Râsulullah'ın Namazı
Namaza büyük ehemmiyet veren Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu kılarken derin bir aşk, vecd ve istiğrak hâlinde olurdu. Rabbi’nin huzûrunda olduğunun şuurunda ve bunun gerektirdiği tâzim ve haşyet duyguları içinde namaz kılardı.
Abdullâh bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in huşûunu şöyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 158)
İnsanın vücûdu, dili ve kalbiyle huşû içinde kıldığı ve kendisini bütünüyle Allâh’a verdiği namaz, muhabbetullâha nâil olmak ve O’nun sonsuz rahmetini harekete geçirmek için mühim bir sebeptir. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-namazın büyük bir huşû ve saygı içerisinde, yalvarıp yakararak kılınması gerektiğini şöyle ifâde etmişlerdi:
“Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rekâtta bir teşehhüd vardır. Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül ızhâr etmektir. (Bitirince de) ellerini, içleri yüzüne dönük olarak Yüce Rabbine kaldırırsın ve Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diye yalvarırsın. Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (Tirmizî, Salât, 166)
Zira Efendimiz, kıyâmı uzun olan namazların daha faziletli olduğunu söylerdi. (Müslim, Müsâfirîn, 165) Dolayısıyla Efendimiz, nâfile kıldığı namazları dilediğince uzatır ve Allâh Teâlâ ile berâberlikten doyumsuz bir zevk alırdı. Birgün nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e tâbî olan Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Bir gece Allâh Resûlü ile berâber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır.» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır» diye düşündüm. Ancak yine bitirmedi, Nisâ sûresini okumaya başladı. Bitirince de Âl-i İmrân sûresine başladı. Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde «sübhânallâh» diyor, duâ âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı. «Sübhâne Rabbiye’l-Azîm» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra «Semiallâhu limen hamideh. Rabbenâ leke’l-hamd» diyerek (doğruldu). Rükûda durduğuna yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede «Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.” (Müslim, Müsâfirîn, 203)
En Kâmil Amel
Muhammed Pârsâ hazretleri, Hak âşıklarının namaza verdikleri ehemmiyeti şöyle anlatır; “Zikir nûruyla bezenen son merhaledeki sâlik için en fazîletli vird ve en kâmil amel namazdır. Çünkü namaz bütün ibâdetleri ihtivâ eden en mükemmel ibâdettir.” ¸
(Üsve-i Hasene shf. 121)
Mevlânâ diyor ki;
Mevlâna -kuddise sirruh- insanı Allâh’a vâsıl eden gerçek namaz hâlini ve bu duyguları sâir vakitlerde de muhâfaza edebilenlerin durumunu şöyle terennüm eder:
“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar, dâimâ namazdadırlar! O gönüllerindeki aşk, başlarındaki ilahî sevgi, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçer gider! «Beni az ziyâret et!» sözü, âşıklara göre değildir. Gerçek âşıkların canları pek susuzdur! «Beni az ziyâret et!» sözü balıklara uyar mı? Onların canları, deniz olmadıkça yaşayabilir mi? Bu denizin suyu pek korkunçtur; ama, balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur! Bir an için ayrı düşmek, âşığa bir sene gibi gelir.” (Mesnevî, beyt: